Derinleşmiyorum Öyleyse Yokum

Descartes yıllar öncesinde yüksek sesle “Düşünüyorum, öyleyse varım” diye haykırdığında kafalar allak bullak olmuştu. Descartes’ın söylemi oldukça makuldü. Fakat söylemin tam tersini düşündüğümüzde, varolmadığımız, bir düş olduğumuz sonucu ortaya çıkıyor. Bu çıkarım hakkında İhsan Oktay Anar “Puslu Kıtalar Atlası” kitabında şu yorumu yapmıştı:

“Düşünen bir adamı düşünüyorum…düşündüğümü bildiğim için, ben varım…düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamında var olduğunu biliyorum…böylece o da benim kadar gercek oluyor…bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor…düşündüğünü düşündüğüm bu adamım beni düşlediğini düşünüyorum…öyleyse gerçek olan biri beni düşlüyor…o gerçek ben ise bir düş oluyorum…”

Var mıyız? Yok muyuz? Düş müyüz değil miyiz? Düşünüyor muyuz ki var olalım? gibi tartışmalara girmeden düşüncenin, düşünmenin ne olduğuna bir bakmak gerekiyor.

Türk Dil Kurumu’nun kara kaplı sözlüğü bize düşünceyi “Dış dünyanın insan zihnine yansıması.” olarak tanımlıyor.

Türk Dil Kurumu’nun tanımı, düşünceye dair basit ama üzerinde bir es verilerek durulması gereken bir tanım.

Dış dünyanın yansıması denildiğinde hepimizin dış dünyası, yaşamış olduğumuz deneyimler, gördüklerimiz ve düşünebildiklerimiz kapsamında kalıyor ve birbirinden farklı. Tanım içerisinde “dış dünyanın insan zihnine yansıması” ifadesinden dış dünyayı zihnimize yansıtacak bir aynaya sahip olmamız gerektiğini anlıyoruz.

Herkesin derinlik aynası, kendi filtreleri ve süzgeçleri ile şekilleniyor, ve bu süzgeçlerden geçerek dış dünya zihmize yansıyor, akabinde de düşüncelerimiz oluşuyor.


Dijital Düşünce’yi ise dijital dünyanın insan zihnine yansıması olarak tanımlayabiliriz. Dijital Düşünce’nin oluşumunda da dijital dünyayı zihnimize yansıtacak bir aynaya ihtiyaç var. 

Dijital Düşünce oluşumu da aynı şekilde herkesin kendi aynası, kendi filtreleri, dijital dünya görgüsü, süzgeçleri doğrultusunda, kendine göre şekilleniyor. 

Facebook sosyal ağ platformu “Arkadaşını Ara” sloganı ile ilk piyasaya çıktığında Recep İvedik’in kafasında “Manita bulma platformu” olarak konumlanırken, Web 2.0 girişimleri ile ilgilenen Sarp’ın kafasında “İncelenmesi gereken bir fırsat” olarak konumlandı.

İki farklı kişinin konumlandırmaları arasındaki farklılık, dış dünyayı zihinlerine yansıtan aynadaki farklılıktan kaynaklanıyor.

Malesef; ne tüketiciler, kendi aynaları hakkında; ne de pazarlama profesyonelleri, tüketicilerin aynaları hakkında derinlemesine düşünmüyorlar.

Dijital çağın, iş liderlerinin karşısına çıkarttığı en büyük meydan okumanın derin düşünce eksikliği olsa gerek.

Dijital çağın afilli plazalarındaki modern çalışma ortamlarında; tüketicilerden gelen yüzeysel düşüncelerin, verilerin altının yeterince kurcalanmadığını, araştırma verilerinin yorumlanırken farklı disiplinlerin getirdiği içgörülerden yararlanılmadığını, tüketici zihnini ilgilendirebilecek konularla ilgili, hayal gücüne dayalı bir düşünme disiplininin ziyadesiyle olmadığını görüyoruz.

Dolayısıyla, derin düşünce eksikliği, firmaların piyasayı yüzeysel algılamasına, insanların dış dünyayı yansıtan aynalarını iyi analiz edememesine, sonuç olarak da ihtiyaçları doğru tespit edememesine yol açıyor.

Doğru tespit edilememiş ihtiyaçlar için araştırma ve geliştirme faaliyetleri yürütülüyor. Üretilen yeni ürünlerin pazarlama iletişimleri de doğru tespit edilmemiş ihtiyaçlar üzerine kurgulanıyor, böylece üretilen ürünlerin, projelerin, hizmetlerin anlamlı  yüzdesi birinci yılında başarısız oluyor.

Klasik araştırma ya da klasik odak grubu anlayışının ötesine geçilmediğinde tüketiciler gerçek düşüncelerini ortaya çıkarmak için kafa yormuyorlar.

Tüketicilerin çoğu almış oldukları ürünleri markaları, özünde hangi motivasyon ile aldıklarının çok farkında değiller.

Alımlar esnasında elbette yüzeysel belli nedenleri var, bunları paylaşabiliyorlar, ancak genellikle olması gerekenleri paylaşıyorlar. Temel alım motivasyonlarının ortaya çıkarılmasına odaklanılmadığı takdirde, gerçek motivasyonları es geçiliyor.

Araştırmalar ve araştırma sonucu çıkan yorumlar fazlasıyla yüzeysel kalıyor. Yüzeysel analizler, yüzeysel bir pazarlama anlayışını beraberinde getiriyor.

Yüzeysel pazarlama anlayışının temelinde ise kısa vadeli bakış açısı yatıyor. Yalnızca bugünü ya da yakın geleceği düşünmek, derin düşünce için zihnimizde alan bırakmıyor, ya da bırakmadığına kendimizi inandırmak kolayımıza geliyor.

Eskimiş pazarlama bilgisini köpürtüp köpürtüp, dijitalleştirip, 2.0, 3.0 ekleyip kullanıyoruz.

Ancak yöntemleri sorgulamıyoruz. Psikolog Drew Westen odak grup çalışmaları ile ilgili şu yorumu yapıyor:

“İnsanlara bilinçdışı süreçlere ilişkin bilinçli sorular sorduğunuzda size kendi teorilerini sunmaktan mutlu olurlar. Ama bu teoriler çoğu zaman yanlıştır.”

Psikologlar bu yorumlar yaparken bizler hala tüketici geribildirimlerini aynen alıyor ve stratejilerimize girdi olarak kullanıyoruz.

Derin düşünebilmek için yeterli zamanı bulamıyoruz. Derin düşünebilmek adına yeterli zaman konusunda gerçek bir yönetici desteğini de arkamızda hissedemiyoruz.

Değişim kavramı bizi ürkütüyor, metatesiofobi oluşturuyor. 

Genel olarak kurumdaki herkes gibi düşünmenin dayanılmaz cazibesine kendimizi bırakıyoruz. Dolayısıyla genel kaide ne ise biz de hemen genel kaideye uyum sağlıyoruz.

Tüketiciler nezdinde yüzeysel farklılıkları ortaya çıkarmanın cazibesine kapılıyoruz.

Farklılıkları vurgulamak bizi yüzeysel konulara yönlendiriyor, tüketici davranışlarına ilişkin önemli dürtülerle ilgili içgörüleri gözden kaçırmamıza yol açıyor. Benzerliklere odaklanmak ise bizi ayrım yaparken kullandığımız temel varsayımları eleştiri süzgecinden geçirmeye zorluyor. Ayrımların kökü ortak yanlarda olduğundan doğru içgörüleri yakalamak için benzerliklere odaklanmanın her daim başarılı bir çözüm olduğunu unutuyoruz.

Kurumlar bünyelerine çalışanlarını derin düşünmeye sevk edecek anlamlı ödüllendirme sistemleri bulundurmuyorlar.

Çalışanlar da derin düşünmenin o anda yaptıklarından ne kadar farklı olduğunu bilmiyorlarsa, ya da kurumlarında gerçekten de derin düşünen iyi işler çıkaran adamların ödüllendirilmediklerini görüyorlarsa, neden derin düşünsünler ki?

Dijital çağda elimizin altında tonlarca araştırma, tonlarca istatistik bulunuyor. Her yerden her şekilde geribildirimler topluyoruz. Ancak yalnız söylenenlere odaklandığımız sürece her daim düşüncemizde bir eksiklik olacaktır. Yaklaşımımız yüzeysel olacaktır.

Oysaki modern dünyanın pazarlamasında savaşların en derin düzeylerde yapıldığını, derinlerde kazanıldığını ya da kaybedildiğini hiçbir zaman unutmamamız gerekiyor.

Düşündüğünüz kadar varsınız!

Selfie Mania

Selfie, Oxford Dictionary tarafından 19 Kasım 2013 tarihinde, bir önceki yıla göre %17.000 kez daha fazla kullanıldığı tespit edilerek yılın kelimesi olarak seçilen ve İngilizce’deki diğer tüm kelimelerin fesatlanmalarına rağmen sözlükte “Kendi Fotoğrafını Çekme” anlamı ile yerini alan en havalı kelime.

Selfie Mania, bireyin yaşamış olduğu kimlik illüzyonunu pekiştirirken, anı yakalamak adına, anı kaçırmanın ironik deneyimi.

Selfie çekemediğimizde elimizin ayağımızın titrediği ve ruhumuzun büzüştüğü mevcut konjonktürde, Türk Dil Kurumu da Oxford Dictionary’den geri kalmayarak konu ile ilgili raconu kesti ve vatandaşlarımızdan gelen önerileri değerlendirerek, Selfie’ye Türkçe karşılık olarak Özçekim’i seçti. Artık hem İngilizce’si hem de Türkçe’si bünyemize enjekte edilmiş ve kana karışmış durumda.

Sağa sola bireysel fotoğraf koymak, kendini ön plana çıkarmak, orta sahada rövaşata çekmek, internetin ilk zamanlarından beri gündemde olan ve deneyimlenen bir eylem.

Yerli ve/veya yabancı “celebrity” olarak kendini konumlandıran kişiler, fil dişi kulelerindeki erişilmez mahremlerinden halkın seviyesine ulaşabilecek bireysel veya toplu paylaşımlarda bulunmaya başladıklarından itibaren, kendi fotoğrafını çekme konusu ziyadesiyle yayıldı.

 

Neden Selfie Çekiyoruz?

“Çok güzel ve hoş olduğumu biliyorum. Selfie ile kendimi ifade ediyorum. Kıskananlar çatlasın.”

“Gittiğim mekanlar, yediğim yemekler, birlikte olduğum kişilerden ziyade hayranlarım sürekli beni görmek istiyor. Artık kadrajın odağında ben olacağım.”

“O kadar fön çektirdik, makyaj yaptırdık. Güzel bi selfie patlatalım ki likelar boşa gitmesin.”

“Bi dakika başlamayın! Masayı da alan bi Selfie çekelim ki alem ziyafet görsün.”

“Remzi Bey ağızınıza sağlık çok verimli bir konuşma oldu. Bi selfie çektirebilir miyiz?”

“Beğeninize ve takdirinize ihtiyacım var.”

“Busenaz ile bi Selfie patlatsak mevzu biter. Havamız bi milyon.”

“Genel Müdür ile Selfie’ye girsek çok mu zevzeklik olur?”

“Kolum biraz daha uzun veya bi Selfie çubuğumuz olsa sahneyi tüm grup elemanları ile birlikte alabileceğim. Ancak kafam tüm kadrajı kaplıyor.”

“Anlara benliğimi entegre edip mutlu deneyimlerin kaybolmasını istemiyorum.”

 

Selfie Türleri

 

Sadece Ben Selfiesi: Selfie’yi çekenin kadrajı eşek kadar kapladığı sadece çeken bireyin görülebildiği Selfie’ler.

Sevgilim ve Ben Selfiesi: Sevgilinle yakın temasta: “Aaa ne kadar şirinler değil mi?” dedirten Selfie’ler. 

Kıyafetim ve Ben Selfiesi: Kılığın, kıyafetin, takı ve aksesuarın en ince detaylarına kadar sergilendiği ve “Tarzı var çok hoş giyiniyor. Üzerindeki elbiseyi kime diktirdi veya nereden aldı acaba?” dedirten Selfie’ler.

Gittiğim Mekan ve Ben Selfiesi: Gidilen havalı mekanın neresi olduğuna dair detayların hakkı ile verildiği ve “Hacı biz oralarda çay içemezken adam loca kapatmış” dedirten Selfie’ler.

Yeni Oyuncağım ve Ben Selfiesi: Sahip olmanın prestij kazandıracağı oyuncak / alet edavat / teknolojik ürünün sergilendiği ve “Keşke benim de olsaydı.” dedirten Selfie’ler.

Celebrity ve Ben Selfiesi: Celebrity ile anti-depresan gülümsemesi takınarak poz verip, “Tanıyormuş olm. Nasıl çevresi var anlamıyorum hakim anasını satayım.” dedirten Selfie’ler.

Hayranlarım ve Ben Selfiesi: Halk ile yalandan tebessümleri kombinleyen, “Ne kadar mütevazi, hayranlarına dostu gibi davranıyor.” Dedirten Selfie’ler

Aynada Ben Selfiesi: Aynanın tüm farklı açılarında (tercihen premium bir asansör aynası) egonun tüm kasları kasılmışken çekilen Selfie’ler.

Manzara ve Ben Selfiesi: İlgi çekecek mekanların, sıradışı görünümlerinin kafa ile birlikte kadraja entegre edildiği,         “Ulan herif ne güzel yerlere gidiyor. Ne kadar çok geziyor.” dedirten Selfie’ler.  

 

Temel Selfie Çekim Soruları  
Malzemeyi güzel gösterecek doğru ışık var mı?

Havalı ve ilgi çekebilecek bir lokasyon da mıyız?

Selfie’nin bünyesine yüklerken yazılacak içerik  yeterince ilgi çekici mi?

Selfie’nin içerisinde kimler var ? Kimler yok? Beğeni sayısını arttıracak birileri var mı?

Selfie kadrajında kimler ön planda kimler arka planda?

Selfie kimin hesabından hangi platformlarda paylaşılacak?

Selfie’nin başlığı ne olacak ?

“Hiç gerçek olduğunu sandığın bir rüya gördün mü? Ya o uykudan hiç uyanmasaydın rüya olduğunu nasıl anlayacaktın? “ (Morpheus, The Matrix,  1999)

 

Herkesin elinde kamera ile hayatı izlediği ve başrolünde kendisinin oynadığı beğenilme rüyasını deneyimliyoruz…

08.06.2014 tarihinde Radikal’de yayınlanmıştır.

Profesyonel Taht Oyunları

Profesyonel ortamın dikenli serüveninde; kestirme yolları tercih ederek tek hedefi yükselmek, cüzdan payını ve statüsünü genişletmek, refah düzeyini korumak ve / veya arttırmak olan; bu ulvi hedef doğrultusunda stratejik ilişki geliştiren, ilişki bitiren, rakiplerini acımasızca sahadan silen, karşı cinsi, burnu iyice sürtene kadar, zeki taktiklerle süründüren, Pavlov’un köpeği gibi güdüleyip güdüleyip bırakan ve zorlama şuh kahkahalar atan biridir, Esengül.

Cansu ise henüz kariyerinin cicim aylarında. Esengül’e bağlı çalışıyor. On sekizinde İstanbul’a okumaya gelen, akabinde üniversitenin muson ikliminde çiçek gibi açan Anadolu kızlarından. Her ne kadar üniversitede  baz bir kaşarlanma takviyesi almış olsa da profesyonel iş ortamlarında boy verdiğinde hala suyun içinde kalıyor.

Çalışma ortamındaki mevcut ve potansiyel rakiplerinin kendisine karşı tezgah kurgulamalarından, dedikodu üretmelerinden, arkasından konuşmalarından  ve ne kadar başarılı işler yapsa da kaymağını afiyetle başkalarının yemesinden ve son tahlilde hep başarısızmış gibi gözükmekten ziyadesiyle müzdarip.

Yine sıradan bir Pazartesi. Mesainin henüz ilk saatleri.  Isınma hareketleri esnasında üst üste almış olduğu darbelerle, Pazartesi sendromunu kombinleyen Cansu’nun  yüzü yerlerde. Son zamanlarda benzeri durumların frekansının arttığını  fark eden Esengül, kendisine herhangi bir şey sormadan “Öğlen yemeğe gidiyoruz. Programını ayarla!” dedi. Zaten yerlerde olan Cansu’nun modu, sinusoidal bir hal aldı: “Kıllansam mı? Sevinsem mi?”.

Yemek esnasında Esengül hiç uzatmadan konuya girdi ve “Neyin var ne oldu? Bir süredir modun düşük. Bana anlatmak istediğin bir şey var mı?” diye sordu. Cansu da tüm yaşadıklarını, hissettiklerini, sıkıntılarını anlattı ve akabinde tüm çaresizliği ile böylesine kaotik ve yalan bir ortamda nasıl davranması gerektiğini sordu.

Esengül; büyük acılarla, travmalarla ve amansız deneyimlerle yazmış olduğu kara kaplı defterinin sayfalarını araladı ve Cansu’ya tüm profesyonel hayatı boyunca kullanabileceği sırlardan bir potpori yaptı:

1.     Rakibini Tanı: Rakiplerinin kim olduğunu bilmek; mahremiyetlerine hakim olmak başarıya giden yolun ilk adımı. Rakibinin; travmaları, eziklikleri, başarıları, başarısızlıkları, içine yalan katılmış başarıları, hüzünleri, zaafları, ilk aşkı, ilk aldatılma ve aldatma deneyimi, yediği kazıklar, dostları, akrabaları, düşmanları, yedikleri, içtikleri, giydikleri, seyahatleri ve seks hayatlarına dair her şeye derinlemesine hakim ol.

2.     Rakibin Hakkında Konuş: Birinci adımda toplamış olduğun malzemeleri; yayılabilme, ses getirme ve insanları etkileme kriterlerine göre sırala. Elindeki, hangi malzeme ile en çok kimi etkileyeceğinin listesini çıkar. Çıkarmış olduğun bu liste ile malzemelerin buluşma sürecini, asgari altı ay, azami bir senelik bir zaman planına oturt. Malzemeleri paylaşmadan once ilgili kişilere göre malzemenin içeriğini nasıl farklılaştıracağını, neleri ekleyeceğini, çıkaracağını, abartacağını belirle. Hangi kişi ile hangi ortamda, nasıl, bu malzemeleri paylaşacağını belirle. Artık hazırsın. Elini hafif alıştırma.

3.     İlk Tepkileri İzle: Malzemeleri duyanların ilk tepkilerini, yorumlarını, rakibin hakkındaki kanaat değişikliklerini ve diğer kişilerle nasıl paylaştıklarını yakından izle.

4.     Rakibinin Güvenini Kazan: Konuşmaların zirve yaptığı anda, rakibinin yanına giderek, konuşmalardan, kimlerin konuştuğundan ve yardımcı olmak istediğinden bahsederek rakibinin güvenini kazan.

5.     Rakibine Tavsiye Ver: Artık rakibin zor durumda. Aktif olarak sahneye çıkmanın tam zamanı. Öncelikle kendisi hakkında konuşanlara dair malzemeleri rakibin ile paylaş. Bu malzemeleri kullanarak kendisine nasıl yardımcı olabileceğini anlat. Birlikte taktik geliştirin.

6.     Düşenin Dostu Olmaz: Artık rakibin sağlıklı hareket etmiyor ve bunu herkes biliyor. Herkes rakibini en detay boyutta eleştirmeye başladı. Dolayısıyla sen de eleştirilere, yüksek sesle katılabilirsin. Sonun başlangıcı. Çıkıntılık yapmıyor ortama ayak uyduruyorsun. Artık karşında güçlü bir rakipten ziyade acınacak bir profesyonel var.

 

Ağızını bir kere bile olsun kapatmadan Esengül’ü dinleyen Cansu; bir taraftan hiç bir kelimeyi kaçırmadan not alırken; bir taraftan da Esengül’ün bu düzeyde bir deneyimi elde edebilmek için hayatından neler feda ettiğini merak ediyordu.

“İnsanlar kahramanları oynuyorlar; çünkü korkaklar. Azizleri oynuyorlar; çünkü kötü ruhlular. Suikastçiyi oynuyorlar; çünkü yanıbaşlarındaki komşularını öldürmek için yanıp tutuşuyorlar. İnsanlar oynuyorlar; çünkü doğuştan yalancılar.”  – Jean Paul Sartre

 

04.05.2014 Tarihinde Radikal’de Yayınlanmıştır

Tatil Dönüşü Mesai

Yine buhranlı bir Pazar…

Hava da en az benim kadar arafta… Gürleyip yağmur olarak yağsam mı? Yoksa açıp insanların içini ısıtsam mı? Diye kararsız ve puslu…

“Bi nefes” niyetiyle deneyimlediğim tatilde, kelimelerin kifayetsiz kalacağı o tarifsiz anlardan sonra; yine business causal ile  bedenimi kaplamak üzere yollara koyuldum.

Metropoller; business causal giydirilmiş bedenleri, üstün çekim kuvvetleriyle mıknatıs gibi çekiyor. Çekerken de kulaklarına: “Hadi kardeşim yürü, yarın iş başı yapacaz. Daha eve gidecez, banyo yapacaz… Kıyafetler ayarlanacak. Toplantı notları gözden geçirilecek, okunması gereken raporlar var vs.. ” şeklinde fısıldıyor.

En acımasız mesai deneyimlerimde hatırlamak istediğim en güzel tatil anıları, yola çıktığım andan itibaren bu insafsız fısıltılarla tüketiliyor…

Halbuki, güzel tatil anılarımı bir dahaki tatile kadar itina ile saklamak için, küçük mutluluklarımı biriktirdiğim, travmalardan koruduğum cüzdanın en derin ceplerine itina ile yerleştirmiştim. Ancak, fısıltılarak ek olarak; metropollerin evrensel çekim kuvvetinin modern temsilcileri olan kitlenmiş otobanlar, uzun feribot kuyrukları, sinyalsiz şerit değiştiren terliksi hayvanlar, vb. En güzel tatil anılarımı çoktan tüketmeye başladı bile.

Tam rahatlamıştım, huzur bulmuştum derken, huzurumun ırzına geçmek için bir tecavüzcü peydahlanmıştı, zihnimde: “Pazartesi”

Yine maskelerimizi takacak, ertesi sabaha Berk Beyler, İdil Hanımlar olarak uyanıp, sabah kahvaltımızı ucuz yağlı bir poğaça ile ikame edip, iş tanımlarımızın evrensel gerekliliklerini yerine getirmeye çalışacağız.

Pazartesi sabahı…

Saat 06.00…

Çalan alarm mutluluk evreninden gerçeklik evrenine bir geçit rölü oynuyor. Olayı paralel evrenler ile daha kompleks bir hale getirmeden kalkıyorum…

Tuvalet süreci, sabah kalkma ritüelleri arasında global olarak vazgeçilmezliğini koruyor.

Kıl büyütme, yönetme özgürlüğümü elimden alan traş seramonisi akabinde, cildim kadar ruhum da tahriş oluyor.

Halet-i ruhiyem müsait ise kıyafetler akşamdan özenle seçilmiş, gerekli kombinasyonlar gerçekleştirilmiş  giyilmeye hazır bir durumda bekliyorlar.

Çanta hazırlama sürecinde bilgisayar her zamanki gibi kral tahtına otururken, defter, kalemlik, telefonlar, anahtarlar çantada kendileri için önceden hazırlanmış yerlerini alıyorlar.

Saçımı başımı derleyip topluyorum. Mümkünse el yüz ve başın ilgili kremlerle günlük münasebetini sağlıyorum.

Yaş artık kemale erdi. Düzenli yutulması gereken haplar var. Aç karnına alınması gereken hapları alıyor, kahvaltı masası ile uzaktan keşişip kendisine bir daha görüşmemek üzere veda ediyorum.

Servis bekleme mekanına doğru ilerliyorum. Servis bekleme mekanında herkesin servis beklediğini görmek, aynı saatte aynı insanları aynı haraketleri yaparken görmek adeta zamanı durduran bir aktivite oluyor.

Servis gelince herkes temkinli, emin ve hızlı adımlarla servise doğru yöneliyor. Hafif bir yer kapma çabası yok değil, ama nezaketten kimse bu hevesini belli etmemeye çalışıyor.

Yol esnasında uyumayı tercih edenler çoğunlukta, kibar bay ve bayanların uyurken ağızlarının aldığı şekiller bireysel marka yönetimleri açısından büyük bir handikap oluşturuyor. Uyumayı tercih etmeyenler genelde kulaklıkları sayesinde dış dünya ile irtibatlarını kesmişler. Daha azınlıkta kalanlar ise kitap okuyanlar. İşin özünde  sorsanız herkes kitap okuyor ama malesef çantadaki kitaplar uyku karşısında dirençsiz kalıyorlar.

İş yerine gelince, sağdan soldan özensizce devşirdiğim hızlı tüketileni sağlıksız yiyeceklerle donatılmış kahvaltı mönüsünü deneyimledikten sonra profesyonel cephedeki yerime mevzileniyorum.

Maillerime kabaca, pozisyon bazlı bakıyorum. Toplantı hazırlıklarını tamamlıyor, şık bir defter, şık bir kalem, şık bir kartvizitlik ve kendinden emin adımlarla toplantı cephesine doğru yola koyuluyorum.

Toplantılar!: Yüzyüze veya mail ortamında karşılıklı halledemediğimiz kaotik tüm süreçlerin er meydanı… Mesai doldurma platformları… Çok iş yaptığını, ne kadar meşgul olduğunu gösterebildiğin yegane aksiyonlar… Kendini ifade etme, ne kadar iyi ne kadar yetkin bir insan olduğunu gösterme ortamı… Ve gerçek mesai, gerçek mücadele başlıyor…

Hiç aradığın şeyi bulduğunda, bulduğun şeyin aradığın şey olup olmadığına dönüp baktın mı ?” Kaybedenler Kulübü

 

23.03.2014 Tarihinde Radikal’de yayınlanmıştır.

Bi Tık Ötedeki Ünlü

Sudenaz; besin kaynağında ‘ilgi’ olan, alkışlara bağlanmış bir solunum cihazı ile hayatını sürdüren, toplum nezdinde ilgi ve merak uyandıran, ana akım medyada hatırı sayılır görünürlüğü olan ‘ünlü’ biri.

Mevcut havalı konumuna kolay gelmedi. Alkış evrenine doğru çıkmış olduğu astral seyahat esnasında, atmosferden geçerken yanmamak için geçmişinden habis bir uydu gibi sıyrılarak, alkış evrenine geçiş vizesi aldı.  Gerçek anlamda bir geçmişi yoktu.  Dolayısıyla da geçmişinden sıyrılırken çok zorlanmadı.

Kendisine nefes aldıran tek şey ‘ilgi’ idi. Sudenaz da; insanları şaşırtmak, ilgiyi sürekli bünyesinde tutmak için, kendisine ciddi zarar vermek dahil, her şeyi yapmayı göze almıştı.

Arkadaşı Revnak’ın gazına gelerek sosyal medyaya girdi. Özel bir sosyal medya uzmanı tuttu. Başlangıçta arkadaş tavsiyesi olarak müdahil olduğu sosyal medya, git gide ruhunu emiyor, beynini uyuşturuyor elinden akıllı telefonunu bırakamıyordu.

“Tarjan, senin takipçi sayın kaç? Ben altıyüzbine geldim. Türkiye’deki ünlüler arasında ilk beşteyim.”

“Nalan: ‘Pilateste ayaklarım tavana değmişken çeker misin beni?  Millet vücut görsün. Spor yapan hatun görsün. Su’ya da kapak olsun.’”

“Canlı yayına öncesi şu havalı kılık kıyafetimle, makyajımla çek bakalım Nalan. Millet programı izlemek için motive olsun. Canlı yayın sonrası da kamera arkası ekip ile fotoğraf çekiniriz. Ekip ile nasıl kaynaştığımı, ne kadar mütevazi olduğumu gösterip tweetleriz.”

“Bu akşam yine bir galadayız. Foursquare filmin ismi ile check-in olmayı unutma Nalan. ‘Yalnız Komodo Ejderi Şahitti’ filminin galası yıkıyor.”

“Aldığımız kitapları getirir misin Nalan? Kitapları kreatif bir şekilde dizelim. Yanına bir kahve koyalım. ‘Boş değiliz sürekli hayvan gibi okuyoruz.’ mesajını fanlarımıza verelim.”

“Bugünün özlü sözünü girdik mi Nalan? Yapıştır tüm mecralardan”

“Son tweetimi kaç kişi retweetledi, kaç kişi favladı, kaç kişi mentionladı acaba?”

“Son koyduğum fotoğrafı kaç kişi likeladı? Ne yorumlar yazıldı?”

Yüzbinlerce fanı vardı ve hepsi Sudenaz için adeta ölmeye hazırdı. Sudenaz açısından ise o fanların hepsi birer like / rakamdan ibaretti. Statüsünü konumlandırırken, işine dair pazarlıklarını yaparken sürecin bazını teşkil eden rakamlar.

Necip, o rakamlardan sadece biri. 21 yaşında. Meslek lisesi Torna Tesviye terk. 7 senedir çarşıda bayan iç çamaşırı satan bir dükkanda kepenk indirip kaldırıyor.  Paspas ile başlayan her sabah, ünlü olacağına dair bir umut ile şenleniyor. Mesai bitminde ise kepengi indirdikten sonra asma kilidin kilitlenme sesi ile  gerçek ile yüzleşiyor. Hayata dair tek eğlencesi ise Sudenaz’ı sosyal medyada takip etmek.

Sudenaz’ın, yaşağıdı şehire konsere geleceğini öğrenen Necip aylar öncesinden hazırlıklarını yapmaya başladı. Konser günü geldi çattı. Sudenaz hayranları ortalığı yıkıyorlardı.  Necip’in aklı sürekli konser bitiminde Sudenaz ile fotoğraf çektirmekte idi. Konser bitti. Sudenaz hızlı ve sabırsız adımlarla sahne arkasındaki karavanına girdi. Halı saha maçlarından tanıdığı, sahne arkası güvenlik ekibindeki arkadaşı Rıza, Necip’i sahne arkasına almıştı ama Sudenaz’ı karavana girmeden yakalayamamışlardı. Rıza, Sudenaz’ın menejerine kovulma pahasına yalvardı. Necip’in yıkılacağını biliyordu. Sadece bir fotoğraf istiyordu. Ne olacaktı ki Sudenaz’ın iki dakikasını almayacaktı. Menejeri Sudenaz ile konuştu ancak “Bu yorgunluğun üzerine uğraştırma beni fotoğrafla vs ile” diye sağlam bir fırça yedi. Necip’in yalvaran bakışlarından o kadar etkilenmişti ki Sudenaz’ın cevabını söyleyemedi. “Kendisinin ekibi ile toplantısı var, müsait değil. Adresinizi alalım imzalı bir albumünü göndeririz.”

Necip, mutlu sona bu kadar yaklaşmışken deneyimlediği gerçeklik karşısında adeta yıkılmıştı. Her gün saatlerce takip ettiği ve ‘bi tık ötede’ olduğunu düşündüğü ünlüye ne kadar uzak olduğu ve kendisinin O ünlü için sadece bir like / rakam olduğu ile yüzleşti. Ertesi gün dükkanın kepengini açıp paspas yaparken bu üzüntü, kısmet söyleminin semantik ağırlığı altında ezilecek buruk bir tebessüme dönüşecekti.

“Biz televizyon izleyerek, milyonerler, sinema tanrıları, rock yıldızları olacağımıza inanarak büyüdük, ama olmayacağız. Simdi bunu anlamaya başlıyoruz.” (Tyler Durden, Dövüş Kulübü)