Soma Terapi

Kuru öksürük, yüksek ateş ve halsizlik kesişiminden zayıf düştüğüm için gaz, debriyaj, fren optimizasyonda zorlanarak acile varıyorum.

İçeriye girdiğimde havalı bir acil doktoru gözüme çarpıyor  bütün ilgi O’ nun üzerinde… Adeta bir kahraman… Herkes O’ndan birşeyler talep ediyor. Her dediği yazılıyor, not alınıyor. Hastalar O’nun ağızına umutla bakıyorlar. O da tüm bu ilginin farkında. Yürürken adımlarına, konuşurken ifadelerine, yüz mimiklerine, saç stiline, hatta steteskopunu boynuna nasıl astığına bile dikkat ediyor.

Hemşirelerden biri beni kapalı bir kabine alıyor. Kabinde hem klima soğukluğu hem de tıbbi cihaz ve donanımların  ruhsuzluğu mevcut.

Doktoru beklerken hemşire ateşimi ve tansiyonumu ölçüyor. Ölçüm esnasında duygularını gizleyemeyen hemşirenin yüzündeki endişe beni de geriyor.

Doktorumuz kabin perdesini hızlıca açarak içeri giriyor. Kibar bir şekilde neyim olduğunu soruyor. Anlatıyorum. Ama beni ne kadar dinlediğinden çok emin değilim.

Hızlıca gole gidip yerini kesinleştirmek isteyen A Takıma henüz çıkmış  yeni yetme santrfor gibi kendisi gole götürecek kelimelerin ağzımdan dökülmesini bekliyor. Yüksek Ateş, kuru öksürük, halsizlik kanımca bu kelimeler kendisine yetiyor. Kelimelerden hemen güzel bir kombinasyon yapıp,  boğazımı kontrol ediyor.

Doktor, kontrolünü gerçekleştirirken ortamdaki ses düzeyini hatırı sayılır bir şekilde domine eden bağrışmalar duyuluyor. İlk seçebildiğim ses, eşinin maden kazasında yaralandığını ve kendisinin acil yardıma ihtiyacı olduğunu haykıran, yürek acısı ile çatlamış bir bayan sesi.  Ortamdaki  bağırışmaların düzeyi doktorumuzu da etkiliyor  ve benden müsaade isteyerek bağrışmalara doğru yöneliyor.

Hastayı yanımdaki kabine aldılar, dolayısıyla tüm konuşmaları net bir şekilde duyabiliyorum. Konunun derinliğine vakıf değilim ama hastanın adı Murat Yalçın ve Soma’da maden işçisi. Doktor uzanmasını istiyor ancak Murat: “Çizmeyi çıkarayım sedye kirlenmesin” diyor.

İşte o kritik cümle Murat’ın ağızından çıktığında, biri adeta el frenini çekiyor ve zaman duruyor. Mekan ayaklarımın altından çekiliyor. Dilim damağım kuruyor. Ruhum bedenimle it dalaşına giriyor. Başım dönüyor. Bu zamana kadar yaşadığım yüzeysel anlar dimağıma diziliyor. Nefes alamıyorum. Nasır tutmuş vicdanım mikrofonu eline alıp fütursuzca sövmeye başlıyor: “Sen kimsin? Hayattaki amacın ne? Ne yapıyorsun? Neden yapıyorsun? Nasıl yaşıyorsun? Ne kadar yalansın ne kadar gerçeksin? Buraya neden geldin? Ne boş işlerle uğraşıyorsun? Neden daha çok şükür etmiyorsun? Bu insanları aklına getirebiliyor musun? Ekmekten emekten ne kadar haberdarsın? Bi değer katabiliyor musun? Umrunda mı?” Gibi sonsuz ve acımasız sorular sayesinde tansiyonum yükseliyor, hayatın anlamını yitiriyorum.

Zaman hala ilerlemiyor ama  arka planda Murat’ın sesi gelmeye devam ediyor: “Orada ölümle burun buruna geldik. Biz madenin içindeyken şefimizden kaza haberi geldi ve yerimizden ayrılmamız gerektiği söylendi. Daha sonra beklediğimiz alana duman geldi. Bazı arkadaşlarımız dayanamayıp bayıldı. Havası daha temiz başka bir alana geçtik ve orada beklemeye devam ettik. İçeriye duman gelmemesi için bulunduğumuz yerin kapıları kapatıldı ama bu kez de içerdeki oksijen yetmedi. Dışarı çıkıp başka bir yere geçtik. Yürümekte zorluk çekiyorduk. Boruları delip oradan hava almaya çalıştık. 11 saat madende kaldıktan sonra kurtulduk. Allah bizi ailemize bağışladı. Birçok arkadaşımız madenden çıkamadı yaşamlarını yitirdi. Hepsine Allah’tan rahmet diliyorum.”

Murat’ın çizmesinin altını öpsem mi? Ayıp olur mu? Gibi soruları aklımdan geçirirken derinlerden sabit şekilde düzeyi artan rahatsız edici bir ses duyuyorum. Algılayamıyorum. Ama sesin şiddeti gittikçe artıyor ve başımın içinde yankılanıyor.

İşte tam o sırada alarm sesi ile uyanıyorum.

“Ohhh! sadece rüyaymış…” derken televizyonun karşısında uyuyakaldığımı ve hala Soma haberlerinin ekranda olduğunu fark ediyorum. Sevincim kursağımda kalıyor.  Ancak damağımda kalan acı tat gerçek. Hissediyorum. Çok derin acılardan, travmalardan beslenen bir tat bu. Gerçek ile yalanı ayıran bir tat. Cemil Meriç’in çarpıcı ifadesinde belirttiği gibi “Biterek ölmek güzel şey, başlamadan ölmek korkunç.”. Dolayısıyla artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Böyle olursa ben varım. Aksi takdirde soluduğum oksijen de ben de yalanım…

18.05.2014 Tarihinde Radikal’de yayınlanmıştır.

Araf : İki Arada Bir Derede

Araf; kayıp, nereye ait olduklarını bilmeyen; veya bilmek istemeyen ruhların bekleme salonu; paralel düzlemde nefes alınabilecek bir evrenin var olma olasılığı.

Araf; nefes ile ölüm, sanal ile gerçek, geçmiş ile gelecek, iyi ile kötü,  hüzün ile sevinç, çükübik ile fikibok,  golgi aygıtı ile endoplazmik retikulum arasında kurulan köprü.

Arafın varlığının farkındalık düzeyi, bünyelerde hissedilmeye başlandığı an itibariyle nefes alınmaya başlanır. Ancak bünye daha önce nefes almaya alışkın olmadığından alınan ilk nefes ile birlikte ciğerler de yanmaya başlar.

Araf insanı, ciğerinin yanması pahasına düzenli olarak nefes almaya çalışan; kararsızlıkların, arada kalmışlıkların, hüzünlerin, depresif hallenmelerin insanıdır. Profesyonel hayat, hallenmelerin zirve yaptığı sürekli duran kalbi vurdurmaya ihtiyaç duyulan ortamlardır.

Yazının devamını oku..

Tatil Dönüşü Mesai

Yine buhranlı bir Pazar…

Hava da en az benim kadar arafta… Gürleyip yağmur olarak yağsam mı? Yoksa açıp insanların içini ısıtsam mı? Diye kararsız ve puslu…

“Bi nefes” niyetiyle deneyimlediğim tatilde, kelimelerin kifayetsiz kalacağı o tarifsiz anlardan sonra; yine business causal ile  bedenimi kaplamak üzere yollara koyuldum.

Metropoller; business causal giydirilmiş bedenleri, üstün çekim kuvvetleriyle mıknatıs gibi çekiyor. Çekerken de kulaklarına: “Hadi kardeşim yürü, yarın iş başı yapacaz. Daha eve gidecez, banyo yapacaz… Kıyafetler ayarlanacak. Toplantı notları gözden geçirilecek, okunması gereken raporlar var vs.. ” şeklinde fısıldıyor.

En acımasız mesai deneyimlerimde hatırlamak istediğim en güzel tatil anıları, yola çıktığım andan itibaren bu insafsız fısıltılarla tüketiliyor…

Halbuki, güzel tatil anılarımı bir dahaki tatile kadar itina ile saklamak için, küçük mutluluklarımı biriktirdiğim, travmalardan koruduğum cüzdanın en derin ceplerine itina ile yerleştirmiştim. Ancak, fısıltılarak ek olarak; metropollerin evrensel çekim kuvvetinin modern temsilcileri olan kitlenmiş otobanlar, uzun feribot kuyrukları, sinyalsiz şerit değiştiren terliksi hayvanlar, vb. En güzel tatil anılarımı çoktan tüketmeye başladı bile.

Tam rahatlamıştım, huzur bulmuştum derken, huzurumun ırzına geçmek için bir tecavüzcü peydahlanmıştı, zihnimde: “Pazartesi”

Yine maskelerimizi takacak, ertesi sabaha Berk Beyler, İdil Hanımlar olarak uyanıp, sabah kahvaltımızı ucuz yağlı bir poğaça ile ikame edip, iş tanımlarımızın evrensel gerekliliklerini yerine getirmeye çalışacağız.

Pazartesi sabahı…

Saat 06.00…

Çalan alarm mutluluk evreninden gerçeklik evrenine bir geçit rölü oynuyor. Olayı paralel evrenler ile daha kompleks bir hale getirmeden kalkıyorum…

Tuvalet süreci, sabah kalkma ritüelleri arasında global olarak vazgeçilmezliğini koruyor.

Kıl büyütme, yönetme özgürlüğümü elimden alan traş seramonisi akabinde, cildim kadar ruhum da tahriş oluyor.

Halet-i ruhiyem müsait ise kıyafetler akşamdan özenle seçilmiş, gerekli kombinasyonlar gerçekleştirilmiş  giyilmeye hazır bir durumda bekliyorlar.

Çanta hazırlama sürecinde bilgisayar her zamanki gibi kral tahtına otururken, defter, kalemlik, telefonlar, anahtarlar çantada kendileri için önceden hazırlanmış yerlerini alıyorlar.

Saçımı başımı derleyip topluyorum. Mümkünse el yüz ve başın ilgili kremlerle günlük münasebetini sağlıyorum.

Yaş artık kemale erdi. Düzenli yutulması gereken haplar var. Aç karnına alınması gereken hapları alıyor, kahvaltı masası ile uzaktan keşişip kendisine bir daha görüşmemek üzere veda ediyorum.

Servis bekleme mekanına doğru ilerliyorum. Servis bekleme mekanında herkesin servis beklediğini görmek, aynı saatte aynı insanları aynı haraketleri yaparken görmek adeta zamanı durduran bir aktivite oluyor.

Servis gelince herkes temkinli, emin ve hızlı adımlarla servise doğru yöneliyor. Hafif bir yer kapma çabası yok değil, ama nezaketten kimse bu hevesini belli etmemeye çalışıyor.

Yol esnasında uyumayı tercih edenler çoğunlukta, kibar bay ve bayanların uyurken ağızlarının aldığı şekiller bireysel marka yönetimleri açısından büyük bir handikap oluşturuyor. Uyumayı tercih etmeyenler genelde kulaklıkları sayesinde dış dünya ile irtibatlarını kesmişler. Daha azınlıkta kalanlar ise kitap okuyanlar. İşin özünde  sorsanız herkes kitap okuyor ama malesef çantadaki kitaplar uyku karşısında dirençsiz kalıyorlar.

İş yerine gelince, sağdan soldan özensizce devşirdiğim hızlı tüketileni sağlıksız yiyeceklerle donatılmış kahvaltı mönüsünü deneyimledikten sonra profesyonel cephedeki yerime mevzileniyorum.

Maillerime kabaca, pozisyon bazlı bakıyorum. Toplantı hazırlıklarını tamamlıyor, şık bir defter, şık bir kalem, şık bir kartvizitlik ve kendinden emin adımlarla toplantı cephesine doğru yola koyuluyorum.

Toplantılar!: Yüzyüze veya mail ortamında karşılıklı halledemediğimiz kaotik tüm süreçlerin er meydanı… Mesai doldurma platformları… Çok iş yaptığını, ne kadar meşgul olduğunu gösterebildiğin yegane aksiyonlar… Kendini ifade etme, ne kadar iyi ne kadar yetkin bir insan olduğunu gösterme ortamı… Ve gerçek mesai, gerçek mücadele başlıyor…

Hiç aradığın şeyi bulduğunda, bulduğun şeyin aradığın şey olup olmadığına dönüp baktın mı ?” Kaybedenler Kulübü

 

23.03.2014 Tarihinde Radikal’de yayınlanmıştır.

Yöneticilik ve Islak Odun

Tanju, 33 yaşında. Bekar. Hayatının ilgi, odak ve efor dağılımında kariyerin haricinde pay alan herhangi bir kategori ya da canlı  bulunmuyor. Havalı bir kolej eğitimini müteakip burslu görünümlü paralı bir üniversite eğitimi sahibi. Profesyonel yönetici olmak için doğmuş. Profesyonel hayatından arta kalan bir kırıntı olan içtimai hayatın tüm bileşenlerinde de etkin bir yönetici. (Temizlikçi kadın yönetimi, Kuru temizleme / ütü yönetimi, alışveriş yönetimi, seyahat yönetimi, site yönetimi, memleketteki akrabaların beklentilerinin yönetimi, vb.)

Yönetici olana kadar, canı yanma pahasına, egosunu dikenli kariyer arazilerinde nadasa bırakmış. Yönetici olduktan sonra ise; bünyesinin her hücresine itina ile yerleşmiş egosunun nadasa bırakıldığı dönemlerde yapılan saldırılara dair alınmış olan notları itina ile intikam planlarına dönüştürerek, dünyayı yönetme yetkinliği ve motivasyonu ile hazır kıta bekliyor.

Mithat, 31 yaşında. Nişanlı. Görgü donanımı hususunda elini hafif alıştırmayan bir aile ortamında yetişmiş. Boynu düşeyazdığında omuz atacak anlamlı sayıda dosta sahip. Milli eskrimci. ÖYS’de Türkiye ikincisi olarak kazandığı hatırı sayılır bir üniversite mezunu. Profesyonel rekabetçi ortamda, kendisine tevdi edilen görevi itina ile yapar. Etkin ve kaliteli bir takım oyuncusu. İşini zamanında ve nitelikli bir şekilde yapmaya odaklanır. Dedikoduya girmez. Yaptığı işi göstermez. Her türlü yönetici ego ve kaprisini itina ile kaldırır. Profesyonel kadrajda ön planda gözükmek yerine mutfakta ortalığı toplamaya kendini adamıştır.

40 mumluk ampul ile aydınlanmaya çalışan loş ve rutubetli bir ortam. Mithat’ın arkası dönük. Sol yumruğunu sıkmış tir tir titriyor. Sağ elinde ise heybetli bir ıslak odun. Tanju’nun ise profesyonel yönetici makyajı, gözyaşlarının debisine dayanamayıp akmış. Yüzünde ise tarifsiz bir korku ve endişe.

 Tanju, Mithat gibi bir beyefendiyi nasıl hale getirdi?

Herkesin ilk bakışta anlaması mümkün olmayan kısaltmalar ve  “Slm, OK, Go 4 it, No, ?, ???, !, !!!, Yuh, Oha, Çüş, vb.” gibi söylemleri içeren, “uğraştırmayın beni sizin için uzun uzun yazmaya vakit mi ayıracağım” motivasyonlu mailleri.

Pazar gecesi çalışanlarını mail bombardımanına tutup Pazartesi sendromunun da patron olduğunu çalışanlarına hissettirmesi.

Kendisine; onay almak / izin istemek / “Abi ne olur” diye yalvarmak / için atılmış olan tüm maillere kısaltma ile cevap verip “Ok, Go, No, Yuh, BNC (Bu Ne Cüret), BSY (Boşan da Semerini Ye), İOBİ(İnsan Olsan Bunu İster miydin) vb” sorunun karambole gitmesinin sağlanması

Her cümlesinde mutlaka tebessüme bandırılmış laf sokması ve mesaj vermesi.

Çalışanlara düzenli olarak “Daha iyisini yapabilirsin. Hala bir sürü eksiğin var.” Mesajını vererek çalışanların havaya girmesini önlemek istemesi.

Çalışanların yaptıklarını birbirlerine kontrol ettirmesi, her birini ayrı ayrı zarflaması, zarf sonuçlarına, çelişkilerine göre bazılarını yükselen değer, bazılarını adadan gidecekler listesine koyması.

Şirket harcamaları konusunda “Rahat ol, koy g…ne rahvan gitsin” algısı yaratırken 5TL’nin hesabını sorması.

Çalışanlar çıkmaya hazırlanırken çağırması ve “Siz çıkıyor musunuz? Ben de hayvanlar gibi çalışacağım, siz yayın” mesajını vermesi.

Çalışanlarla birlikte yemek yememesi, asansöre birlikte binmemesi, off site toplantılara aynı arabada gitmemesi,

Ve daha niceleri…

Mithat: “Efendim; ekip olarak bir hususta takıldık. Desteğinize ihtiyacımız var.” söylemi ile Tanju’yu havaya sokuyor. Konuyu yerinde tartışmak istediklerini ifade ederek Tanju’yu depoya davet ediyor. Tanju kapıyı açar açmaz, ortalığın zifiri karanlık olmasından ciddi kıllanıyor. Ancak birden bire çoşkulu sesler eşliğinde ışıklar açılıyor. Tüm ekip hep bir ağızdan “sürprizzzzz” diyor ve Tanju’nun doğumgününü kutluyor. Tanju çok duygulanıyor, havaya giriyor. “Ulan nasıl ekip yönetiyorum. Herkes beni çok seviyor.” söylemlerinin rehaveti ile kendini eğlencenin dibine bırakıyor. Birden bire ışıklar yine gidiyor. Göz gözü görmüyor. Herkes bunun bir şaka olduğunu düşünürken. Tanju, burnunun dibinde ıslak bir odun olduğunu fark ediyor. Tek bir söylemle herkesi dışarı çıkartan Mithat; 40 mumluk ampul, ıslak odun, rutubetli ortam ve yıllardır biriktirmiş olduğu öfkesi ile Tanju’yu başbaşa bırakıyor…

“Ömür dediğin üç gündür; dün geldi geçti, yarın meçhuldür. O halde ömür dediğin bir gündür; o da bugündür.”

(Can Yücel) 

09.03.2014 Tarihinde Radikal’de Yayınlanmıştır.

Âlemleri Tespih Yapmışım Çekiyorum

1997’de hayatımıza giren Ally McBeal dizisi ile birlikte profesyonel hayatta, post-ergen fırlamalık egemenliği kadınlara  geçti. Ally; anoreksik, kronik depresif, şımarık, egosantrik, nevrotik, kimi zaman şizofrenik, artık kırkına yaklaşmasına rağmen hala ebedi aşk, sevgi, yalnızlık temaları ile donanmış paralel evrenler arasında geçişken profesyonel bir karakterdi.

Asu, Cansu ve Berrak; Ally’nin açmış olduğu özgür ve fırlama otobanında sol şeritte önlerine gelene sellektör yapıp kısa bir sürede hayatlarından çıkaran, ayaklarını gazdan çekmeden ilerleyenlerden. Yaşları 30’u geçeli henüz bir kaç deneyim oldu.

Asu, medya planlamacı. Cansu, bir bankada iç denetim uzmanı. Berrak ise babasının çorap fabrikasında kurumsal iletişim sorumlusu olarak çalışıyor.

Gecenin karanlığı ile yalnızlıklarını örten bu üçlü; gündüz profesyonelce bastırmış oldukları Ally Mc Beal’den devşirme duygularını, gecenin karanlığında serbest bırakıyorlar. Gündüzleri kart basan koyun mentalitesindeki bu profesyonel dimağlar, geceleri alkolün de etkisi ile ormanın acımasız kanunlarına başkaldıran asi bir kurta evriliyor.

Havanın kararması ile birlikte gece vardiyesi başlıyor. Peki ama neden?:

“Yeter artık hayatımın erkeğini bulmak istiyorum!”

“Pakize’ye kıl oluyorum erkek arkadaşını bu gece elinden alacağım.”

“Hep erkekler mi eğlenecek. Kız kıza çılgınlığın sınırlarında raks edeceğiz.”

“İremsu’nun bekarlığa vedası var bu gece hepimiz kafamıza duvakları takacağız, damadın resmi olan tshirtleri giyeceğiz ve Facebook’ta kendimizi tagleyeceğiz.”

“Beni aldattı, intikamım çok acı olacak!”

 

Yine sıradan bir Cumartesi Gecesi.

Asu, Cansu ve Berrak; mekana girer girmez ismini cismini bilmedikleri insanlarla yalandan selamlaştılar. Uzaktan tebessüm edip “alemden tanışıyoruz” mesajını verdiler. Herkesi kesip b..k atabilecekleri sote bir yere konuşlandılar. İçki tercihinde; Cansu votka alternatiflerine yönelirken, Berrak ise fark yaratalım kafasında havalı viskilerden yürüdü. Asu ise mekanın popüler içeceklerine (Kırçiçeği, Bepanthene, Gelincik, Pikaçu, Anasının Nikahı, Eben, Kevaşe Bakire, Karpuz Kabuğu, vs) hakim olduğu için her zaman olduğu gibi Asu ve Berrak’I ezmeye çalıştı.

 

Asu, düzenli periyotlarla “tuvalete gidiyorum” bahanesiyle mekandaki, istinasız herkese kendisini tam kadraj gösterdiğinden ve yorumlattırdığindan emin olmak istiyordu.

Cansu ise mekanda hareket halinde iken “Herhangi bir beni kesiyor mu?” diye sürekli etrafı kontrol ediyordu.

Uzaktan kendisine kadeh kaldırarak piç bir eda ile tebessüm eden delikanlıyı fark eden Berrak, “Acaba bana mı bakıyor yoksa arkamdaki yosmaya mı?” sorunsalı ile gecesini zindan ediyordu.

Asu birden, arkadaşlarına dönerek “Ben gidiyorum” dedi. Cansu ile Berrak’ın iç ses konuşma balonlarına “Kaltağa bak, ayarladı herifi götürüyor!” söylemi yazıldı.

Cansu ile Berrak da kendilerini alkole verip eğilmeli, kalkmalı, abartı vücut dansları ile yerin dibinde kendilerine suit ayırttırdılar. Gecenin finali yaklaşırken leş gibi sarhoş olmuşlardı. Ayakta duramıyorlardı. Konuşmaya çalışırken dilleri dolanıyordu. Biri mekanın hemen ortasına diğeri ise tuvalete kusmuştu. Kustuktan sonra açık havada rahatladılar ve son enerjilerini eve gitmek için rezerve ettiler. Kapıdaki valeden taksi çağırmasını istediler. Cansu o kadar gözünü karartmıştı ki valeyi ayartmak için elinden geleni yaptı. Vale öncelikle anlamamazlıktan geldi ve bozuntuya vermeden işine odaklandı. 1.90 boyu, fit vucudu, uzun yeleli esmer parlak saçları, serseri imajı veren pis sakalı ile her türlü götürülecek bir adamdı. Sonuçta erkekti. Cansu da reddedilebilecek bir hatun değildi. Neden olmasın dı? Çabalarına karşılık alamayan Cansu, valenin salağa yatmasına sinirlenerek açık açık “Bu gece seninle birlikte olmak istiyorum beni eve bırakabilir misin?” diye sordu. Ancak aldığı cevap karşısında bünyesinde alkolün esamesi okunmayacak şekilde ayılmıştı:

“14 yaşından beri tanıdığım ilk aşkım, karım Ayşe. 4 senedir yatalak. Gündüz vardiyesinde takside şöförlük yaparken, geceleri burada çalışıp evime ekmek götüyor ve ailemi geçindirmeye çalışıyorum. Şimdi seninle gelirsem, ilk aşkımın üzerine senin tenini basarsam yerinden kıpırdayamayan karımın gözlerinin içine nasıl bakayım? Ne olur beni anlayışla karşıla, ekmeğimle oynama”

“İnsan masumiyetini bazen bir başkasının günahıyla öder.” (Murathan Mungan) 

02.03.2014 Tarihinde Radikal’de yayınlanmıştır.