İstila – Hürriyet Haberi
Yüce Zerey yeni kitabı ‘İstila’da çağın sorunlarını ele aldığı yazılarını bir araya getiriyor. Bir tür bibliyoterapi kitabı olan ‘İstila’da hem hayat deneyimlerini hem de okuduklarıyla hayatına inşa ettiği yolu anlatıyor.
Kişisel gelişim kitaplarından oldum olası uzak durmaya çalıştım. Nedense bildiğini unutturacak, tektipleştirecekmiş gibi gelir bu kitaplar. Yüce Zerey’in daha önce ‘Mima’ adlı romanını okumuştum, performansa dayalı bir yönetim sistemi içinde yaşayan insanları anlatan bir bilimkurguydu. Yeni kitabı ‘İstila’yı ilk elime aldığımda içimden bir, “Hay Allah!” demedim değil. Başarılı bir iş insanının yazdığı kişisel gelişim kitabıyla karşı karşıya kaldığımı düşündüm ama okumaya başlayınca elimdekinin bir tür bibliyoterapi kitabı olmasına sevindim.
Uzun yıllar hem öğretim görevlisi olarak çalışan hem de büyük şirketlerde üst düzey yöneticilik yapan Yüce Zerey’in çağın sorunlarını ele aldığı yazılardan oluşuyor ‘İstila’. Hem kendi hayat deneyimlerini hem de okuduğu kitaplardan hayatına inşa ettiği yolu anlatıyor Zerey denemeleriyle. Akıl vermek, ahkâm kesmek, ukalalık etmek, kendi egosunu tatmin etmek değil yapmaya çalıştığı ya da olmadığı bir insan gibi yaşamadığı dünya dertlerini ele almıyor. Kendi dünyasından gördüklerini yorumluyor.
Hepimiz için bu çağın dertleri neler peki? Herkesin dilinde en başta ekonomik sıkıntılar var elbette. Endişelerimizin neredeyse hepsi geleceğe dair… Bugün bir şekilde hayatta kalmayı beceriyoruz ya da beceriyor gibiyiz. Olaylar neredeyse çoğu zaman sosyal medyada geçiyor. Orada yiyoruz, orada içiyoruz, orada gülüyoruz, orada seviyoruz, orada acı çekiyoruz… Her şey bir konseptin içinde yaşanıyor. Asla yalnız kalamıyoruz, hiç canımız sıkılmıyor, her daim mükemmel görünüyoruz, egomuz, of o biçim, özgüvenimiz deseniz yıkılmaz. Kimiz peki biz? Bu durmadan yetişme telaşı da neyin nesi? Yüce Zerey ‘İstila’ yazılarında biraz bunlardan bahsediyor. Ne oluyor bu yeni çağ, yaşadığımız çağ bu hızla giderken bize ne oluyor?
Yavaş yaşamak, sadelik, egomuzu törpülemek, acemi olduğumuzu göstermekten çekinmemek, sürekli ilgi istememek, mükemmellik için bu kadar çaba sarf etmemek, yalnız kalmaktan korkmamak, sıkılmak, gün içerisinde bir süre bile olsa ulaşılamaz olmak, güzellikle bu kadar uğraşmamak, bütün bunların bizi ve çevremizdeki bütün insanları nasıl bir yorgunluğa mahkûm ettiğini anlamak gerekiyor. Bütün bunları anlamak için biraz durmak, düşünmek gerek; bu sürece eşlik edecek okuma listeleri yine Zerey’in kitabında yer alıyor. Kitap listesinin dışında küçük yapılacaklar listesi de sunuyor yazar. Hiçbiri yorucu şeyler değiller, sadece bir yerden başlamak gerekiyor. Bütün bu bahsettiklerim aslında bizim bağımlılıklarımız, sigarayı bırakmaya karar vermek gibi düşünebilirsiniz… Yüce Zerey bunca koşturmacanın içinde anlamlı bir hayat nasıl yaşanabilire dair notlarını sunuyor.
Başarılı insanların bütün bunları anlatmasına, yazmasına, “Evet ya, her şeyi halletmiş işte, yazıyor” gözüyle bakabiliyoruz. İçimizdeki o küçük kıskançlık elde edeceğimiz farkındalığı yok edebiliyor. Zerey’in hayata bakış biçimini ayrı tutup, okumakla kurduğu ilişkiyi görmek için de okunacak bir kitap ‘İstila’. Yaşadıklarından öğrendikleri elbette önemlidir insanın ama okuduklarımızdan öğrendiklerimiz bize başka bir şey katar, bir kitap insana hayatı boyunca deneyimleyemeyeceği pek çok şeyi hissettirebilir. Şehirlerin ve hayatın karmaşasında unuttuğumuz kimi halleri hatırlamamızı sağlıyor; kaybolmak, dinlemek, sakin olmak, bilmemek, depresyon… Sonra okumanın, yazmanın hüznünü ve keyfini anlatıyor. Yazılar arasında beni en çok ‘Dostluğa Veda’ etkiledi. Beraber susmak, yol yürümek, öğrenmek, eğlenmek, ağlamak… Bunlar dostluğun temelinde var olan irili ufaklı taşlar. Ve fakat şu dünyanın en iyi hissi de dünya yıkılsa sırtınızı dayayacağınız bir dostun varlığını bilmek…
İstila – Posta Röportajı
‘İstila’; yalnızlık, anlam arayışı, tüketim çılgınlığı, başarı hırsı gibi, hepimizin kafasını deli gibi meşgul eden konular üzerine yazılmış bir başucu kitabı. Ama sadece teşhisi koymuyor; okuyucuya bir reçete, bir yol haritası da sunuyor…
Reçete bana sert ve iddialı geliyor. Buradaki mevzular o kadar büyük mevzular ki 10 maddelik reçetelerle çözülmesi mümkün değil. Reçete hissi veren unsurlar ancak okuyucuda bir kıymık olur; sizi rahatsız eder ve siz bir yola çıkmaya niyet edersiniz. O yolun kendisi de sizin haritanız, çözümünüz, hikayeniz olur ve belki dönüşümünüze bir yol açar.
Ben bunu kendimde de etrafımda da sık görüyorum. Her şeyde bir sır, bir reçete arıyoruz…
Çünkü hızlı sonuç almak istiyoruz. Ben buna “Madde bağımlılığı” diyorum ama bunun farkında olmak zaten bir yola çıkmaktır. Bu biraz bizim coğrafyamızla, kültürümüzle de ilgili. Biz millet olarak hareketi seviyoruz, sabırsızız. Sabırsız olduğumuz için de hemen sonuca ulaşmak istiyoruz.
Siz vardınız mı, yolda mısınız?
Ben hep yoldayım…
Peki, bu konulara kafa yormaya, bunlarla dertlenmeye ne zaman başladınız? Ya da hep mi dertliydiniz?
Ben hep dertliydim! (Gülüyor) Profesyonel hayatın içindeyken de pazarlamanın içindeyken de odağımda hep insan vardı. İnsan nasıl davranır? Ne hisseder? Travması nedir? Oradan nasıl çıkar? Her zaman bunları içselleştirme çabasındaydım. İşin haricinde de küçük yaştan beri okuma yazma derdim hep vardı.
Okumayı da sadece kitap okuma olarak almıyorum. İnsanı okuma ve anlama derdim vardı. Ama sizin onu anlayacak kapasiteniz zamanla gelişiyor. Yaşadıklarınızla onlar sizin görgünüz oluyor. “Şu oldu ve hayatım, sorguladığım meseleler kesin bir şekilde değişti” diyeceğim bir şey yok. O bende daha yavaş işleyen bir süreç oldu.
SENİ YARANLA SEVMEYEN, MÜKEMMEL İMAJINLA DA SEVMEZ
Okurken sık sık ‘insanın zavallılığı’ üzerine düşünürken buldum kendimi. Bununla artık barışalım mı? Hepimiz zavallı mıyız?
Eksiklik kelimesini özellikle çok vurguladım. Modern insanın bu istilada yaralandığı, sürekli eksik hissettiği ve ne acı ki acılarının aslında çoğu zaman farkında olmadığı bir gerçek. Kendini sürekli örseliyor, ihmal ediyor ve ihmal edilmiş zaten. Hepimiz hayata eksik doğuyoruz. Hep bir tamamlanma derdimiz var. Diğer yandan bu eksiklik aslında kötü bir şey değil. Kötü olan bunun farkında olmamak. O yüzden kitap acıyla, yarayla başlıyor.
Eksiklik daha nahif geliyor kulağa ama siz ‘ezikliğimizle yüzleşmekten’ bahsediyorsunuz mesela. Kim ezikliğiyle yüzleşmek ister ki ya da o gücü kendinde bulabilir?
Ben isterim. Eziklik erdemdir bence. Hepimiz o ezikliğimizle, yaramızla güzelleşiyoruz. Büyük bir yalanı oynamak bence daha büyük bir travma. Güç dediniz; bir yalanı yaşamak bence daha büyük güç ve çaba istiyor. Bu kez sürekli o imajı optimize etmeye çalışıyorsun. Seni yaranla sevmeyen zaten mükemmel imajınla da sevmez ki…
NEHİRİN HIZINI REDDETMEDEN AMA O HIZA TESLİM DE OLMADAN KENDİ AKIŞINI YAKALAYABİLİRSİN
“Hız, hissedilmeye başladığında dram da başlamış demektir, hızı hissetmeyen kendi cennetindedir.” Çok güzel bir tespit ama etrafımızdaki her şey deli gibi bir hız içindeyken bizim yavaşlamamız, bize kaza yaptırmaz mı?
Bunu nehir metaforuyla anlatmayı tercih ederim. Nehirde muazzam bir debi var ve herkes o nehirde akıp gidiyor. Senin bir dakikalığına bile olsa o debiden çıkıp terse akman mümkün değil. Sen, o akışın içinde kendi akışını yaratabiliyor musun? Yine akacaksın ama orada kendi salını yapabilirsin. O akışı kendi salında daha yavaş yaşayabilirsin. Ona teslim olmadan kendi hızını belirleyebilirsin. Buradaki söylem; “Trafik deli gibi akarken sen frene bas ve o dünyayı reddet” değil. Öyle bir şey yok. O hızın içinde sen olmalı, yavaşlama enstürmanlarını geliştirmelisin. Buradaki cennet ve cehennem hikayesi biraz böyle bir şey.
25 SENE BOYUNCA HİÇ DURMAYAN BİR ARABANIN ŞOFÖRÜYDÜM
BENZİN ALMAYA BİLE GİRMEDİM
ŞİMDİ O ARABAYI SÖKÜYORUM…
‘Sıkıntı eksikliği’ en etkilendiğim bölümlerden biriydi. “Sıkılmak insanın varlığının farkına varması, kendine dönmesidir” diyorsunuz. Siz hiç çok sıkıldığınız bir anda kendinizle ilgili bir şeyle yüzleştiniz mi?
‘İstila’ büyük bir sıkıntıdan sonra çıktı. Önemli bir kısmını profesyonel hayattan istifa ettikten sonra yazdım. Ben, 25 sene hiç durmayan bir arabanın şoförüydüm ve araba pite bile girmedi. Benzin almaya bile durmadım. Geçtiğimiz ocak ayında bu arabayı durdurdum ve altı ay boyunca söktüm. O kadar detaylı söktüm ki… Orada ne hayretler, ne sıkıntılar yaşadım. Ne “Ohaa!” lar çektim. O yüzden hep diyorum; “Kalbim var” dediğim yerlerde bile çoğu zaman kendimi kandırmışım. Ama ‘İstila’ tamamen kalbimden çıktı.
Arabayı merak ettim. Ne durumda? Tamamen topladınız mı?
Hala tam olarak toplamadım. Daha neler çıkacak merak da etmiyorum; daha doğrusu öğrenmek için acele etmiyorum ama toparlandığını hissediyorum.
İNSANIN KENDİYLE YARIŞI DEĞİL, DERDİ OLMALI
Genelde ‘yarışım kendimle’ ifadesini insanlar iyi bir özellik gibi vurgular. Ama siz bunu da eleştiriyorsunuz ‘İstila’da?
Evet çünkü “Sen kimsin?” sorusu var onun altında. Bu şu demektir; ben zaten çok iyiyim ve onu aşmaya çalışıyorum. Ne zaman tamamlandın da onu aşmaya çalışıyorsun? Bir kere yarış kelimesinin kendinde bir patoloji var. Kendini ulvi bir yere koyup modellemek de yarış kavramının kendisi de sıkıntılı. Yarış, yine o performans toplumunun kıyas mekanizmasından gelen bir şey. İnsanın kendiyle bir yarışı değil, derdi olması gerekiyor. O dert de şu: Niye geldin? Nasıl tamamlanacaksın? Yoksa bundan öte bir dert değil o da.
Sizin hayattaki derdiniz ne? Kendinizi neyle tamamlamaya çalışıyorsunuz?
Bizi ne bir ilişki, bir insan ne yaptığımız işler, ne kat, yat tamamlayabilir. Ben kendi adıma bu derdi okuma yazma eylemiyle çözmeye çalışıyorum. Derdim bu; okuma, yazma ve anlama uğraşı.
VARMAK ESARET
ÖZGÜRLÜK YOLDAN ÇIKMAKTA
KAYBOLMAYA GÜVENMEKTE
Adınızı Google’a yazınca ‘Bir pazarlama profesyoneli, pazarlama dehası’ gibi kelimeler çıkıyor önümüze. Ama siz her şeyi bırakıp Bursa’ya yerleştiniz. Zirvede bırakmak mı bunun adı?
Ben ona zirveye varma yolculuğu derim. Bence bu zirveye çıkmak için yapılan bir şey. Buradaki hayata göre zirve sizin tarif ettiğiniz yer olabilir ama bana göre hikayenin başındayım. Benim zirve tanımım o değil. Orası yine sıkışık bir alan.
Siz zirveyi nasıl tarif ediyorsunuz?
Hayat bilgisine vakıf olmak, okuma ve anlama görgüsünü edinmiş olmak. Benim için zirve böyle bir yer. Oraya da varmak değil, hep o yolda olmak isterim. Varmak yine esaret! Yoldan çıkma cesaretini bulmak, bulamıyorsak da aramaktan vazgeçmemek, kaybolmaya güvenmek… Özgürlük oralarda. Benim zirvem de oralar…
Fotoğraflar: Ozan GÜZELCE
Mima – Ayşe Arman Röportajı
Performans uğruna ‘AŞK’larımızı feda ediyoruz

BEN galiba hızlı, parlak, her şeyi ‘küt’ diye kavrayabilen, yeniliklere açık insanlardan etkileniyorum. En önemlisi, hayatı anlamaya ve yakalamaya çalışan… Yüce Zerey onlardan biri!
Bir pazarlama profesyoneli.Aynı zamanda akademisyen. Çok sıkı bir eğitimi var. Üstelik eğitiminin tamamı burslu. London School of Economics’te okursun da, burs alarak okumak tabii daha özel…
THY, Coca Cola, Unilever gibi büyük şirketlerde çalışmış, şimdi de Hepsiburada’nın CMO’su…
Araştıran, okuyan, yazan, her şeyin dibini kurcalayan biri. En son ‘Fabrika Ayarlarınıza Dönün’ diye bir kitap yazmıştı. Şimdi aşmış kendini, bir roman yazmış: ‘Mima’…
Bu söyleşiyi ‘Mima’ şerefine yaptık.
Çarpıcı ve derin bir kitap. ‘Mima’, son insan topluluğunun yönetim modeli.
Toplulukta dünyanın farklı milletlerinden insanlar var.
‘Mima’nın iki kurucusu ve romanın ana kahramanı da Türk.
Roman şu tespitle başlıyor: “İnsanoğlu olarak biz, bu zamana kadar en iyi neyi yönettik?
Şirketleri. Dünya da bir şirket gibi yönetilmeli… Bu mümkün mü?
”İşte kitapta pek çok şey gibi bunun da cevabını buluyorsunuz.
Ama Yüce Zerey’den bu söyleşide öğrendiğim bir şey beni çok çarptı. Performans meselesi. Bana da sanki öyle geliyordu. Hayat bir performans sergileme alanı. Ve yaşarken yaptığımız, tüm performansları üst üste koymak. Yani şöyle: Her gün benim daha iyi performans sergilemem gerekiyor. Hep daha iyi işler yapmam, daha iyi röportajlar sunmam, daha fit olmam, daha derin olmam, daha bilgili olmam…
Yüce bu röportajda dedi ki “Artık kendimizle yarışmaktan öleceğiz!”.
Doğru. Başkasıyla değil, kendimizle yarışıyoruz! Çok matah bir şeymiş gibi. Hep daha iyisi için. Ve sürekli “performans” sergiliyoruz. Ben sevgilimi arıyorum, o da o sırada performans sergiliyor, ya toplantıda ya seyahatte oluyor. Ulaşamıyorum. Çünkü o da elinden gelenin en iyisi yapmaya çalışıyor, kendisiyle yarışıyor, hep daha iyi olmak için…
Ve şimdi dönüyorum Yüce’nin lafına: “Performans uğruna aşklarımızı feda ediyoruz!” Valla bana hayat dersi gibi oldu Yüce Zerey. Size de olması dileğiyle…
Biz seni profesyonel dünyanın “pazarlama dehası” olarak tanıyoruz. Öyle misin gerçekten?
Ben işini tutkuyla yapan bir pazarlamacıyım. Bunun dışında söylenenlere ancak teşekkür edip, “Söyleyenlerin teveccühü!” diyebilirim.
Yaptığın işi nasıl tanımlıyorsun?
Pazarlama dünyasının merkezinde yer alan “insan”ı, doğru gözlemlerle anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyorum…
Sence “pazarlama çağı”nda mı yaşıyoruz?
Gerçek ihtiyaçlarla illüzyon ihtiyaçlar arasındaki ayrım ortadan kalkmış, toplumda geçerli tek gerçeklik “tüketimin kendisi” olmuşsa, kesinlikle pazarlama çağında yaşıyoruz…
Yani sorunun cevabı “Evet”…
Elbette!
Peki günümüzün en büyük pazarlama problemi ne?
Pazarlamanın havalı kavramlarına âşık olup, hikâyenin asıl kahramanı “insan”ın göz ardı etmek…
En son “Fabrika ayarlarına dön!” diyordun. Şimdi bir roman yazdın: “Mima”… Ne alaka?
Alakayı kurmak için kitapların isimlerinden ilerleyelim. Önce “profesyonel” olduk. Profesyonel dünyayı tanıdık, anladık. Sonra baktık ki bu profesyonelleşme bizi bazı şeylerden uzaklaştırıyor, o zaman da “Fabrika Ayarlarına Dön!” dedik. “Mima” ise profesyonelleşmeyle insan kalabilme arasında bir araf serüveni. O kadar derin ve manidar bir serüven ki ancak roman olurdu! Ben de roman yazdım.
Ne anlatıyor bu roman?
Hakan Günday’ın mühtiş kitabı “Kinyas ve Kayra”da şöyle bir cümle vardır: “Biz insanlar, sadece iyi bir performans gösterip öyle ölmek istiyoruz. Yoksa başka yapacak bir şey yok!” İşte Mima, hayatını iyi performans için harcayan ve harcamak zorunda olan insanları anlatıyor. Nasıl bu hale geldiklerini, ölümün kıyısında nasıl yaşadıklarını, performanslarını, aşklarına nasıl tercih ettiklerinden bahsediyor. Renklerin olmadığı, her şeyin ve herkesin mükemmel olması gereken bir dünya… Şöyle hoş bir tebessüme, dolu dolu bir ağlamaya bile doğru düzgün yer yok. Çünkü zaman yok! Tüm umutların söndüğü, hayatın sadece rutin, klişe ve öykünülen statülerden oluştuğu, insanların sürekli üstün performans göstermekten başka hiçbir şeylerinin kalmadığı, tutkuların ve sevgilerin kaybolduğu bir zamanda her şeyi yeniden kazanabilmenin mümkün olduğunu anlatmaya çalışıyor. İnsanın kendi özüyle temas kurabildiğinde, başkalarının da kalbine dokunabileceğini gösteriyor.
İNSANLAR ARTIK KENDİLERİYLE YARIŞIYOR
Gelecekte iş yaşamı, sosyal yaşam, ilişkiler neye evrilecek, nasıl değişecek?
Zygmunt Bauman ve Byung-Chul Han, günümüz insanının artık başkalarıyla kapışmayı bıraktığını söylüyorlar. Ne diyorlar biliyor musun? “İnsanlar birbirleriyle değil, artık kendileriyle yarışıyorlar!” Düşün ki her sabah kalktığında, “Bugün dünden daha fazla ne yapabilirim?” diye soran bir insanla karşı karşıyayız. Dünden daha havalı bir yerde yemek yemek, daha “derin” bir kitap okumak, daha fit olmak isteyen biri… Her gün biraz daha fazla… Ve elbette tüm bunları başkalarına da sunmak istiyor. “Bakın, ben zaten sizi çoktan geçtim de kendimi aşma yolundayım, artık kendi kendime yetemiyorum! İnanılmaz bir şey oldum çıktım!” demek istiyor. Yarıştığı, kapıştığı başkaları değil yani. Gittikçe hırs da bu işin merkezine yerleşiyor.
YENİ BİR ŞEY: EMOJİLERLE ÖZETLENEN ROMAN
Kitapta daha önce hiç denenmemiş bir şey yapıyorsun… Bütün kitap bölümleri “pictogram” denilen, telefonlarımızda kullandığımız emojilere benzer sembollerle de anlatılıyor. Bir anlamda tüm kitabı emoji diliyle de okuyoruz. Nereden geldi aklına? İletişim araçları gelecekte romanları da dönüştürecek mi?
İnsanlığın varoluşundan beri hikâye var. Hikâye anlatımının yıllar içinde formu değişse de hissettirdiklerinde ve kapsamında büyük değişimler olmuyor. Günümüzde hikâye anlatımı daha çok görsel odaklı ilerliyor. Emojiler de metinle anlatılmış bir hikâyeyi destekleyen görsel öğeler. Mima’nın hikâyesi de görsel öğeler ve emojilerle destekleniyor. Görsel ve işitsel öğelerle desteklenmeyen metinlerin şansı gittikçe azalıyor, hikâye anlatımının formu değişiyor.
Senin röportajlarında da yakında emojileri görürsek şaşırmam :)
21 Şubat 2019 tarihinde Hürriyet’te yayınlanmıştır.