Akşam saatleri. İş çıkışından sonra, mesaiye kalanların saati. Maslak gibi profesyonelin cirit attığı bir yer, hatta direk orası. Maslak gibi derken, altı kaval üstü şişhane yani, plazaların aralarında köşe bucak köfteciler de tutunmaya çalışıyor. Ticket’ları akşam yemeklerine yetmeyen profesyoneller, öğlen T-Bone Steak ortalamasının 47TL olduğu havalı kafelerde malzemesi az yeşili bol salatalara talim ediyor. Güneş battıktan sonra ise yarım ekmek köfteye soğan doğruyor.
Asansör açılıyor, plazanın birinden kahkülü kaymış bir profesyonel bayan figürü beliriyor. Binanın kapısından hızla çıkıyor, kafasında hesap kitap ne haltsa artık upraştığı ekmek törpüsü onun derdi olduğu için caddeye adım atarken dikkat etmiyor, az kalsın ezilecek oluyor. Şaşkınlık, yorgunluk ve korku kombo yapıyor, elini kolunu sallayarak bir anda arabaya analı avratlı sövüyor. Sinirler iyice gerilmiş vaziyette geceyarısında balkabağına dönen araba gibi, öğlen gittiği havalı kafe de gözünün önünde kayboluyor.
Maslak mahallesinin afili caddelerinden hemen bir sağ, bir sol yapınca “Meraklı Köfteci” diye bir bildik tabelaya yöneliyor.
Kız bildiği bir mekana girmenin verdiği rahatlıkla hızla içeri dalıyor. Girerken siparişi veriyor. Masanın birine oturuyor. Duvarda bir askıya konmuş tüplü televizyonda “MFÖ – Yalnızlık Ömür Boyu” çalıyor. Sıkıntı bulutları bir katman daha dağılıyor yüzünden.
Köfte geliyor aliminyum tabakta, orta yaşı geçmiş bıyıklı ve göbekli bir garson abinin elinde.
Son hamleyi yapmak üzere yerinden kalkıyor kız, tezgaha uzanıyor; acı biber salçası kavanozunu alıyor, yerine oturuyor. Ama kalktığı gibi değil, sol ayağını altına alarak, evde oturduğu gibi oturuyor. İşte şimdi kare tamamlanıyor, yüzü ister istemez gülüyor. Bunu farkediyor, bunun için de kendine gülüyor.
MFÖ tüplü televizyonun ancak kendine yeten sesiyle “Yalnızlık ömür boyu” diyor, demek ki böyle sözler artık kısık sesle söyleniyor, kimse kabul etmek istemiyor.
Günler geceleri, Excel hücreleri toplantı notlarını kovalar ve her gün herkese yalandan gülerken; havalı kafeye verdiği ticket parasıyla neden yalnız yaşayan anasına mutfak alışverişi yapmadığı aklına geliyor. İnsan zihni bu saatlerde üretken oluyor demek ki. Sahi anasının neden yalnız yaşadığını düşünüyor. Dalıyor dalıyor gidiyor.
Orta yaşı geçmiş bıyıklı ve göbekli garson abinin köftenin üstüne getirdiği çayı -şekersiz- bir el alışkanlığıyla karıştırırken tüplü TV’deki şarkı değişiyor, sahi ben bunları neden bugüne kadar böyle düşünmedim; derken Müslüm Baba giriyor kadraja, film bitiyor: “Adını Sen Koy”.
Bir damla yaş süzülüyor gözünden, telefonunu çıkarıp “Annem” yazan satırı buluyor. Parmağında biraz salça kalmış, telefon çalıyor. En son bayramda gitmişti annesine, dudağına bir parmak bak çalar gibi. “Kızım şu telefonu arayınca çalan şarkılar var ya, ondan yapsana benim telefonu” demişti annesi. “Adını Sen Koy” diye de eklemişti, mucizelere olan inancını CNBC-E dizisi izleyerek kazandıysa meğer, Müslüm Baba iç sesini sesini hepten kesiyor.
Çünkü birazdan dünyanın en değerli insanı konuşacaktır.
Telefon açılıyor, dünyadaki seslerin en güzeli geliyor: “Kızım, hayırdır?”
Annelerin sitemi dağları delebilecek güçte iken, kızın kabahatini farketmesi hafifletici sebep oluyor, sadece gözünden inen yaşlar hızlanıyor. Nedense bilinmez, o an parmağındaki salçayı emiyor, annem de böyle acı biberden salça yapardı diyor içinden, belki bunu annesi de duyuyor. Hatta bir tek o duyuyor, yıllardır.
Ama ses etmiyor.
Orta yaşı geçmiş bıyıklı ve göbekli garson abi, orta yaşı biraz geçene kadar plazalarda değil de, sokaklarda ekmek kovaladığı için halden anlıyor. Peçete, ıslak mendil, bir de kolonya getiriyor. “Servis kapandı kızım, başka bir isteğin yoksa…” diyor.
Başka ne isteyebilirim ki? diyor. Uzun zamandır ilk kez nefes alıyor, İstanbul’un her caddesine GSMH ayırmadan yağmur yağıyor. Serin, huzurlu ve kuş sesi kadar hafif bir nefes alıyor…
19.10.2014 Tarihinde Radikal’de yayınlanmıştır.
Bütün bunlar bir sarmal yumak, sarılmaya başladıkça daha derindekileri bir daha göremeyeceğini bile bile sarıyor, sarıyor, sarıyorsun, çünkü güneş her sabah doğuyor, akşam her vakit saatinde geliyor, çocuklarımızı bu sarmala sokmayalım derken onları da kurtaramıyor, derin bir bunalıma doğru sürüklüyoruz, ne için? İşte bunu bizde bilmiyoruz, bildiğimiz şey, çok para kazanmalıyız,,,,